Covid-19 virüsünün Asya’dan başlayarak bütün kıtaları dolaşmaya çıkmasının üzerinden yaklaşık 3 ay geçti ve bu süre içerisinde yerkürenin istisnasız her kesitinde virüs kaynaklı salgının etkileri değişen oranlarda izlendi. Salgının yol açtığı toplumsal korkular, bazı ülkelerde ortaya çıkan aşırı vaka yükleri ve yüksek ölüm hızları, yer yer ticaretin ve üretimin durmasıyla sonuçlanan gümrük kısıtlamaları, sokağa çıkma yasakları ve karantinalar birçok hâkim kabulün sorgulanmasını de beraberinde getirdi. Her sorgulama sürecinde olduğu gibi -belki bir miktar olması gerektiği gibi- uç ve radikal fikirler de ortaya atıldı ve tartışmalar bu fikirler üzerinden yürütüldü.
Bu yazıda, kabaca üç aylık bir dönemin sonunda, henüz sürecin hangi yöne evrileceği çok belirginleşmiş olmasa da, ilk bulgular çerçevesinde öne çıkan ve bu alandaki tartışmaların merkezine yerleşen üç kritik yönetişim başlığına/sorusuna anahatlarıyla değinilecektir.
Karantinalar, üretim duruşları ve sevkiyat kısıtlamaları nedeniyle küresel değer zincirlerinde yaşanan kırılma, özellikle Batı toplumlarını ciddi bir endişeye sevk etmiştir. Özellikle bazı kritik ürünlerin tedarik edilememesinin hemen ardından küreselleşmenin bittiği, artık her ülkenin kendi başının çaresine bakmak zorunda kalacağı yorumları yapılmıştır. Bu yorumların doğruluk payı olup olmadığını itidal ve sağduyu ile analiz etmek gerekmektedir; çünkü öyle görünüyor ki, küreselleşmenin “olgusal” yönü ile “ideolojik” yönü arasındaki tabii ayrım unutulabilmekte, bazı açık olgular peşin hükümlere kurban verilebilmektedir.
Yaklaşık 30 yıldır sosyal ilişkilerin ülke dışı boyutlarının doğması ve hızla yayılması olarak tanımlanabilen küreselleşmeyi1 , esasında daha önceden de varolan ilişkilerin kuvvetlenmesi ve yaygınlaşmasının ideolojik söylemi olarak değerlendirmek mümkündür. Giddens’ın küreselleşme tanımı bu yargıyı doğrular niteliktedir: “Küreselleşme, bir ülkede meydana gelen olayların, başka yerlerdeki olaylar üzerinde etkiye sahip olması ya da ulusal sınırlar dışında meydana gelen olaylardan etkilenme bağlamında sosyal ilişkilerin dünya ölçeğinde yoğunlaşmasıdır.2” Küreselleşme kavramı, bu anlamıyla, dünyanın sıkışık hale gelmesi ve bir bütün olarak dünyadaki bilinç düzeyinin artmasına işaret etmektedir.3
Küreselleşme ile sınır-ötesi ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel ilişkilerin yoğunlaşması da kast edilmektedir.4 Bu açıdan bakıldığında küreselleşme, önceden de varolan bir dizi etkileşim ve ilişki biçiminin, hızla gelişen ulaşım ve bilgi-iletişim teknolojileri ile yoğunlaşması olarak tanımlanabilir. Bu süreç içinde sadece birtakım geçirgenlikler artmış, herkesin birbirinden rahatlıkla ve hızla haberdar olabileceği bir yapısal dönüşüm yaşanmaya başlamıştır. Dolayısıyla, “Küreselleşme milli, ekonomik, siyasi, kültürel yapının bir dizi ulus-ötesi gelişme ile koalisyonudur ve ideoloji olarak da her ülkenin bir diğerini etkilemesidir”5 diyen Mittleman’ın tanımı küreselleşmenin genel çerçevesini çizmektedir.
Her ne kadar birbirleriyle yakından ilişkili olsalar da, küreselleşmeyi anlamak için onun ekonomik, siyasi ve kültürel yönlerini birbirinden ayırt etmek gerekmektedir. Ekonomik küreselleşme esas itibariyle gelişen ticaret kapasitesi ve bütünleşmiş para piyasaları anlamına gelirken; siyasi küreselleşme insan hakları, barış çabaları, terörizme karşı ortak savunma politikaları, yoksullukla mücadele gibi birtakım ortak küresel değerler yaratmaya odaklanmaktadır. Sıradan vatandaşların küreselleşmeden asıl anladıkları, siyasi tutum ve yaklaşımlarla ilgili yansımalardır. Bunların arasında “yapısal değişikliklere uyarlanan ücret ve teşvik sistemlerinin yarattığı gerçek veya sanal güvensizlik hissi, eğitim ve sağlık gibi gerekli kamu hizmetlerinin durumu, adalet normları”6 gibi unsurları saymak mümkündür. Kültürel küreselleşme ise, ekonomik ve siyasi küreselleşmenin tabii bir sonucu olarak kültürler arasında artan etkileşim ve birörnekleşme eğilimlerine işaret etmektedir.
Bu açıdan bakıldığında gayet ne olarak görülebileceği üzere, küreselleşme, sadece büyük konteyner gemileri ve kıtalararası tedarik kanallarından ibaret bir olgu değildir. Hizmet ve kültür endüstrilerinin küreselliği belki imalat ve ticaretten çok daha kuvvetlidir. Siyasi, sosyal ve kültürel yönleri bulunan küreselleşme, ticaretin küre çapında genişlemesiyle ilgili olduğu kadar, şirketlerin ve kurumların uluslararasılaşmasıyla ve belli kavramlar etrafında sağlanan mutabakatla da ilgili bir olgudur. Daha da önemlisi “alabildiğine yaygınlık kazanan internet erişimi ve çağlayan gibi dökülen dijital bilgi; bireyler, kurumlar ve milletler arasında fikirlerin ve sanal bağlantıların akışını çok kuvvetli hale getirmiştir. Bu, karantinaya alınamayacak bir şeydir.”7
Küreselleşmenin bittiği yönünde söylemleri üretenlerin, esasında küreselleşmenin ekonomik-ticari boyutuna gönderme yapmaya çalıştıkları anlaşılmaktadır. Gerçekten de küreselleşmeyle ilgili geniş literatürün odağında yer alan konuların başında ticaretin serbestleştirilmesi, gümrük duvarlarının indirilmesi, ticaretle ilgili bürokratik işlemleri azaltılması ve kırtasiyeciliğin engellenerek küresel ticaretin kolaylaştırılması gelmektedir. Salgınla birlikte bir süreliğine korumacı eğilimlerin yükseliş göstermesi, küreselleşmenin sona erdiği gibi isabeti iyi tartılmamış, fazla iddialı ve pek de gerçekçi olmayan iddiaların ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Bu iddiaların göz ardı ettiği üç temel olgu mevcuttur:
i) Korumacı eğilimler bir süredir ABD ile Çin arasında devam eden ticaret savaşlarıyla zaten belirginleşmiş bir durumdur. Ancak bu, her iki ülkenin diğer ülkelerle olan ticaretlerini zayıflatmamış, aksine hacimsel açıdan artırmıştır. Küresel ticaretteki duraklamanın kökenini salgından daha önceki bir dönemde, 2008 finansal krizinde aramak lâzımdır.
ii) Başlı başına salgının kendisi, içinde yaşadığımız dünyanın ve insanlığın geliştirdiği teknolojilerin her şeyi küreselleştirdiğini ispat eden bir şeydir: Patojenlerden yapay zekâya, bilgisayar virüslerinden radyasyona kadar kazaen ya da kasten yayılan her türlü şeyin sadece bir toplumu veya kısıtlı bir coğrafyayı etkilemeyeceği, bu tür konularda sorunun da çözümün de mecburen küresel olduğu bu vesileyle bir kez daha anlaşılmıştır.
-
iii) Tedarik zincirini yerelleştirme arayışlarının bir kısmı da dönemseldir ve ihtiyaç duyulan bazı temel malzemelerin acil tedariki ile ilgilidir. Özellikle yüzlerce bileşenden/parçadan oluşan ürünlerde yerel tedarik esasına bağlı olmak, her şeyden önce ölçek ekonomisinden yararlanma imkânını azaltacaktır. Küresel entegrasyonun sağladığı bir ölçek ekonomisi avantajı vardır ve buradaki kayıp, her ülke için ilâve âtıl kapasitelerin yaratılması anlamına gelecektir. Bu da ilâve maliyet demektir: “Daha sağlam/güvenilir bir yerel tedarik zincirine dönmek artan oranda parçalı hale gelmiş küresel tedarik sistemine olan bağımlılığı azaltacaktır. Fakat insanların ihtiyaç duydukları eşyaları temin etmelerini daha garanti hale getirse de bu yön değişikliği şirketlerin ve tüketicilerin maliyetlerini artıracaktır.
8
-
” Diğer yandan, özelikle de teknolojik karmaşıklığı yüksek ürünlerde zaten az sayıda ülkenin üretim yetkinliğine sahip bulunduğu düşünüldüğünde, yerli kaynaklardan tedarik eğiliminin ölçekten önce kapasite kaynaklı bir sınırlamaya tâbi olduğu görülmektedir. Değerli ve yarı değerli madenler, enerji hammaddeleri, kimya ve ilaç sanayiinde kullanılan endemik bitkiler gibi çoğu kez coğrafi yoğunlaşmaya konu olan girdilerin küresel ve bölgesel ticaretinin mecburen devam edecek olması, değer zincirinin yerelleştirilmesinin ancak sınırlı bir düzeyde kalacağına işaret etmektedir. Bu açıdan, yerelleşmeye paralel biçimde bölgeselleşmenin de hız kazanacağı varsayılabilir.
Tam bu noktada, virüs salgınının bir “dönemin sonu”na değil, bir “dönüşüm”e işaret ettiğini söyleyen Fontaine’in tespitlerine kulak vermek, ayıltıcı ve düşünme serüveni açısından rota düzeltici bir etki yapabilecektir: “Birincisi, ekonomiler tek bir kırılma noktasına (ve Çin’e) daha az bağımlı olacaklardır. (…) İkincisi, ekonomik entegrasyon hâlâ var olmaya devam edecektir, ancak küreselden bölgesel ve ikili seviyeye doğru kayma da sürecektir. (…) Üçüncüsü, ABD’deki ve pek çok Batı ülkesindeki siyasi tartışmaların küreselleşmenin kaybedenlerine ve işgörenleri ekonomik tahribattan korumaya odaklanması güçlü ihtimaldir.”9
Özetle, küreselleşmenin dünkü gibi olmayacağı ve yeni bir rotaya doğru yönleneceği açıktır; ama küreselleşmenin öldüğünü ileri sürmek, yaşananların sıcaklığı içinde yapılmış aceleci bir yorum olsa gerektir. Yaratılmış sosyal-kültürel ağlar ve dünyanın tekno-strüktürü nedeniyle artık geri döndürülemez bir derinlik kazanan küreselleşmenin bir olgu olduğu ve olgularla kavga edilemeyeceği unutulmamalıdır.
2) Rejim Tartışmaları ve Devletin Dönüşü: Doğru Soruyu Sormak
Salgının küresel bir nitelik kazanmasının ve bazı Batı ülkelerinde ciddi şoklar yaşanmasının ardından ortaya atılan ilk soru, salgınla mücadele sürecini demokratik rejimlerin mi yoksa otokratik rejimlerin mi daha iyi yönettiği olmuştur. Sonraki tartışma konusu ise, salgınla birlikte otoriterliğin yükseldiği ve bunun insanlığı karanlık bir distopyaya sürüklediği noktasında yoğunlaşmıştır.
Öncelikle söylemek gerekir ki salgınla mücadele sürecini hangi tür rejimlerin daha iyi yönettiği konusunda kestirme bir çıkarımda bulunmak mümkün değildir: “Bazı otoriter rejimler (Singapur ve Vietnam gibi) görece daha iyi performans sergilerken diğer bazıları (meselâ İran) daha zayıf kalmıştır. Demokratik ülkeler arasında Güney Kore ve Tayvan hayranlık uyandırıcı işler yaparken durum İtalya ve ABD gibi diğer bazı ülkelerde farklıdır. Rachel Kleinfeld, bugüne kadar krize verilen tepkinin kalitesi açısından; geçmiş krizlerden edinilen dersler, bir ülkedeki egemen devletin kapasitesi, meşruluğu ve vatandaşların güveni gibi faktörlerin, rejimin tipinden daha önemli olduğunu iddia etmektedir.”10
Carnegie yazarları Singapur ve Vietnam’ı iyi örnekler arasında sayarken, çok kısa bir süre sonra, Vietnam’ın aslında müthiş bir örnek olmayabileceği ve sayılarla ilgili bazı istifhamların bulunduğu ifade edilmiştir. Vietnam’da resmi kanallar dışında yapılacak vaka sayısıyla ilgili açıklamaların cezaya tâbi olabileceği bilgisi, ayrıca Vietnam’daki komünist hükümetin “çok az yayılım ve sıfır ölümlü vaka” iddiasıyla yaşadığı meşruiyet krizini aşmaya çalıştığı tespiti, üzerinde düşünülmesi gereken hususlardır.11 Singapur ise, 5 milyonu biraz aşan nüfusu ve Türkiye’nin yaklaşık binde biri büyüklüğündeki yüzölçümü (721 kilometrekare) ile ölçek açısından zaten çok doğru bir örnek değildir. Singapur’un “devre kesici” önlemlerle kaydettiği başarının ne pahasına gerçekleştirildiği de ayrıca tartışılmaktadır.12 Kesin olarak söylenebilecek olan şudur ki, 2002 yılında SARS virüsüne ve 2009 yılında H1N1 (domuz gribi) virüsüne maruz kalan ülkelerin salgına daha iyi hazırlandıkları anlaşılmaktadır. Güney Kore, Singapur, Tayvan ve Hong Kong gibi süreci iyi atlattıkları düşünülen ülkelerde kamusal alanlarda maske takma ve ateş ölçme gibi uygulamaların yaygın olmasının bu başarıda rolü bulunduğu değerlendirilmektedir.13
Özetle denilebilir ki rejimin niteliğinden (otoriter veya demokratik) ziyade ülkelerin yönetim kültürleri, tarihsel birikimleri, salgın tecrübeleri, dayanıklılık kapasiteleri, afetle mücadele becerileri, ayrıca toplumların devlete yükledikleri anlam ve hükümete güvenme düzeyleri gibi faktörler salgınla mücadelenin başarısını tayin eden faktörler olmuştur.
Salgınla mücadele özünde bir afet yönetimi mantığı gerektirdiğinden ve çoklukla olağanüstü hâl kapsamında değerlendirildiğinden, dünya genelinde hükümetlerin yetkilerini artırdıkları bir süreç yaşanmıştır. Bazı hükümetler, genişletilmiş yetkilerini muhalefete karşı sert önlemler almak için kullanırken, bazı hükümetler şu ya da bu gerekçeyle basın özgürlüğünü kısıtlamıştır. Aslında az sayıda ülkede görülen bu tür önlemler, hükümetlerin salgını, kendilerine sağlık krizinin gerektirdiğinden daha fazla yetki devşirmek için kullandıkları iddiasını gündeme getirmiştir. Buradan hareketle bir adım daha ileri gidip dünyada yeni bir otoriterlik dalgasının yükseldiğini dile getirenler bile olmuştur.
Ancak resme bütüncül bir bakış, tablonun resmedildiği kadar kötü olmadığını açık biçimde göstermektedir. Özellikle demokratik ülkelerde muhalefet ve sivil toplum örgütleri, hükümetlerin salgın ile mücadelede aldığı kararları gözden geçirmelerini ve gerektiğinde düzeltmelerini sağlamışlardır. Birçok ülkede, salgının ağır ve yıpratıcı etkilerine rağmen, kurum ve kurallar halen yerli yerindedir. Yine birçok ülkede, olağanüstü ya da olağandışı önlemler, bir geçerlilik süresine (zaman kısıtlamasına) tâbidir ve meşru gerekçelere dayanılarak hukukun üstünlüğü çerçevesinde alınmıştır.
Bütün bu gözlem ve bulgular, dünyada demokrasiden uzaklaşma yönünde güçlü bir eğilim olmadığına işaret etmektedir. Belki de bu tür bir endişenin oluşmasının gerisinde, devletlerin yeni dönemde daha etkin ve merkezi bir rol oynayacak olmaları yatmaktadır. Hem ABD’de hem de Avrupa’da “devletin geri dönüşü” ile ilgili tespitler yapılmaktadır. ABD’de kadim bir tartışma konusu olan “büyük devlet” (yani devletin ekonomide büyük bir oyuncu olması) kavramı yeniden gündeme gelmiştir.14 Ekonomide ortaya çıkacak sıkıntıların ve işsizliğin azaltılması, zor durumdaki küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin (KOBİ) kurtarılması başta olmak üzere alınacak tedbirlerin, devletin ekonomik hayatın içinde daha fazla ve daha aktif olarak yer almasını gerektireceği düşünülmektedir. Devletin hem düzenleyici hem de yönlendirici rolüyle ekonomik faaliyetlerde daha görünür hale gelmesinin yaşanan krizin çapıyla ilgili olduğunu anlamak önemlidir. Böyle zorlu kriz dönemlerinde teknokrat uzmanlığı en geniş anlamıyla bünyesinde bulunduran devletlerin daha güçlü birer profil sergilemesi normaldir ve beklenen bir durumdur. Bunlardan hareketle film noir senaryosu üretmek hem erken hem de yanıltıcı bir tutumdur.
3) Gücün Merkezileşmesi Ne Kadar Kalıcı? Demokratik Alan Daralır mı?
Politika formülasyonundan başlayıp benimsenme-şekillendirme basamaklarına uzanan, oradan uygulama aşamasına geçen ve değerlendirme adımıyla sonuçlanan kamu politika süreçlerinin içerik itibariyle karmaşık, rol oynayan aktörler açısından interaktif, demokratik temsil yönüyle daima tartışmaya açık bir süreç olduğu bilinmektedir.15 Gerek baskı-çıkar gruplarının etkisi, gerek bürokrasinin sahip olduğu teknokratik birikim (bilgi gücü), gerekse yürütme erkinin daima nüfuz alanını genişletme arayışı içinde oluşu gibi faktörlerden dolayı; normal zamanlarda bile gücün merkezileşip merkezileşmediği, Meclis’in temsil yetkisinin hükümeti ne oranda sınırlandırdığı, karar alma süreçlerinde demokratik danışma mekanizmalarının işleyip işlemediği gibi sorular sıklıkla yönetişim tartışmalarının sıcak gündemini oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, her bir ülkenin kendi özgün kamu yönetimi dinamikleri açısından değerlendirilmesi ve kamu yönetiminde bir güç temerküzü (merkezileşmesi) yaşanıp yaşanmadığının müstakilen ele alınması anlamlı olacaktır.
Dünyanın birçok yerinde karar alma süreçlerinde dar bir kadronun aktif olması, öyle anlaşılmaktadır ki bir “kriz yönetimi” mantığıyla salgınla mücadele edilmesinin kaçınılmaz sonucudur. Kriz durumu hafifledikçe, acil ve hızlı karar alma zorunlulukları azalacak, dolayısıyla iyi bir yönetişim açısından politik zemin daha uygun hale gelecektir.
Türkiye’de salgınla mücadelede önemli bir güven unsuru olarak öne çıkan “Bilim Kurulu”, niteliği itibariyle gücü (ve elbette sorumluluğu!) paylaşmaya yönelik bir danışma organıdır. Yine Türkiye’de “vefa sosyal destek grupları” ve dünyanın çeşitli yerlerinde mobilize olan sivil aktivizm örnekleri de sürecin sadece kamusal tercihlerin elinde şekillenmediğine yönelik anlamlı göstergelerdir. Diğer yandan, Türkiye’de yerel yönetimlerin de krizin sosyal ve ekonomik etkilerinin azaltılması yönünde yaptıkları katkıların gün be gün arttığı izlenmiştir. Ortak alanları temizlenmesinden gıda yardımına, bilinçlendirme faaliyetlerinden moral yükseltici etkinliklere kadar birçok yaratıcı girişimin hayata geçirildiğine bu süreçte tanıklık edilmiştir. Bütün bunlar, gücün merkezileşmesine yönelik idari tasarrufların (sokağa çıkma yasakları, seyahat kısıtlamaları, maske takma zorunlulukları, vs.) esasında toplumsal ortak iyinin (herkesin sağlıklı olması ve virüs yayılımının durdurulması) tahakkuku için atılmış zorunlu adımlar olduğuna ve kolektif kabul gördüğüne işaret etmektedir.
Devletin rolünün ve yönlendirici etkisinin salgın sürecinde arttığına şüphe yoktur. Ancak bunun ne kadar kalıcı olacağı da demokratik alanı daraltıp daraltmayacağı da salgın sonrasındaki normale dönüş sürecinde belli olacaktır. Şu aşamada, salgın esnasındaki sınırlı verilerden hareketle bir tahmin yapıldığında, iyimser olmak için dünya genelinde yeterince işaretin mevcut bulunduğunu söylemek mümkündür. İnsan hayatının masada olduğu, üstelik bütün yerküreyi bir şoka maruz bırakan süreçlerde demokratik alanın birazcık daralması hem anlaşılabilir hem de beklenen bir durumdur; normalleşmeyle beraber, sivil siyaset sahasının da özgürlüklerin de genişlemesi için vatandaşların ve sivil toplumun taleplerinin artacağı bugünden bellidir.
Salgın sonrasında bir taraftan şirketleri yaşatmayı hedeflerken öte taraftan vergi oranlarını artırmak, kamu hizmetlerine yönelik kemer sıkma politikaları üretirken ihtiyaç sahiplerine teşvik ve destekler sunmak gibi çelişkilerin çözümü bütün dünyada devletleri bekleyen en önemli sınavlardan birisidir. Bu kadar büyük beklentilerin odağında olan devletlerin, ekonomik hayata müdahaleyi demokratik normlardan taviz vermeden ve bireysel özgürlüklerin çerçevesini daraltmadan yürütmesi ise en önemli beklentidir.
Dipnotlar:
1 Scholte, Jan A.; “Beyond to Byzzword: Toward a Critical Theory of Globalization”, E. Kofman ve G. Youngs (Editörler), Globalization: Theory and Practice, Cassel, Londra, 1996.
2 Giddens, Anthony; The Consequence of Modernity, Polity Press, Cambridge-Massachusetts, 1990.
3 Robertson, Roland; Globalization: Social Theory and Global Culture, Sage Publications Inc., Londra, 1992.
4 Holm, Hans-Henrik ve Sorensen, Georg; Whose World Order? Uneven Globalization and the End of the Cold War, 3. Baskı, Westview Press, Boulder-Colorado, 2000.
5 Mittleman, James H.; “The Dynamics of Globalization”, J. H. Mittleman (Editör), Globalization: Critical Reflections, Lynne Rienner Publishers, Londra, 1996.
6 Graham, Carol; “Assessing the Impact of Globalization on Poverty and Inequality: Using a New Lens on an Old Puzzle”, Brookings Trade Forum, 2004(1).
7 Gibney, James; “Covid-19 Won’t Kill Globalization”, The Japan Times, 23.03.2020.
8 Moyo, Dambisa; “Coronavirus Will Change the World Permanently. Here’s How”, Politico, 19.03.2020.
9 Fontaine, Richard; “Globalization Will Look Very Different After the Coronavirus Pandemic”, Foreign Policy, 17.04.2020.
10 Brown, Frances Z., Brechenmacher, Saskia ve Carothers, Thomas; “How Will the Coronavirus Reshape Democracy and Governance Globally?”, Carnegie Endowment for International Peace, 06.04.2020.
11 Vu, Khang; “Vietnam, North Korea, Politics and Covid-19: The Numbers Tell A Story”, The Interpreter, Lowy Institute, 10.04.2020.
12 Han, Kirsten; “Covid Forces Singapore to Confront Conditions for Its Migrant Workers”, The Interpreter, Lowy Institute, 08.04.2020.
13 Halliday, Daniel ve Thrasher, John; “Capitalism and Covid-19: Some Early Thoughts about Economic Justice and the Current Pandemic”, Ethics of Capitalism (https://www.ethicsofcapitalism.com/) kitabı için tamamlayıcı materyal, 10.04.2020.
14 O’Mara, Margaret; “Coronavirus Will Change the World Permanently. Here’s How”, Politico, 19.03.2020.
15 Lindblom, Charles E. ve Woodhouse, Edward J.; The Policy-Making Process, 3. Baskı, Prentice-Hall, Englewood Cliffs-New Jersey, 1992.