Paylaşım TarihiHaziran 14, 2021
Giriş: Neler Oluyor Son Zamanlarda?
IPCC tarafından 2018 yılında yayımlanan bir raporda, küresel sıcaklık artışının nasıl 1,5°C ile sınırlanabileceği araştırılmış ve bunun için 2050 yılına kadar ülkelerin karbondioksit (CO2) açısından “net sıfır” (net zero emissions of CO2) olması gerektiği ifade edilmişti. Görünen o ki iklim değişikliğiyle ilgili mücadelede bu şekilde açık ve anlaşılır bir çerçeve belirlenmesi, dünya kamuoyunun zihinsel oryantasyonu açısından çok faydalı oldu. Şu ana kadar yaklaşık 30 ülkenin net sıfır hedefi mevcut. Konulan hedeflerin bir kısmı mevcut mevzuatın tadili veya yeni mevzuat yayımlanması yoluyla duyurulurken, bazı ülkeler bu hedefleri politika dokümanları (strateji, plan, eylem planı vb.) vasıtasıyla dünya kamuoyuna açıklandı. Bu ülkelerden Finlandiya 2035, Avusturya ve İzlanda 2040, Almanya ve İsveç 2045, Japonya, ABD, Brezilya, Danimarka, Birleşik Krallık ve Fransa 2050, dünyanın en büyük karbon salıcısı Çin ise 2060 tarihini net sıfıra ulaşmak için hedef yıl olarak belirledi. 120 kadar ülke de kendi net sıfır hedefini hâlihazırda tartışmaya devam ediyor.
Avrupa Birliği (AB), kendi içindeki ülkelerin hedeflerinin haricinde, daha ileri bir adımla Birlik genelinde 2030 yılına kadar sera gazı salımını 1990 yılı seviyesine kıyasla en az %55 azaltmayı taahhüt etti. AB ayrıca, 2050 yılında net sıfır emisyon seviyesine ulaşmayı hedefliyor. Sadece bir iklim politikası olarak değil aynı zamanda ekonomik bir dönüşüm programı olarak da kurgulanan Avrupa Yeşil Mutabakatı bu anlamda çok önemli bir enstrüman. Hâlihazırda konuyla ilgili yasal düzenlemeler sürüyor ve Birlik ülkelerinin aynı rotada hizalanması için müthiş bir çaba sarf ediliyor. Her ne kadar sınırda karbon düzenlemesi türünden araçlar Dünya Ticaret Örgütü’nde (WTO) bir süre daha tartışılacak olsa da AB’nin öncülük ettiği bu yeni adıma ABD ve Çin’in de belli düzeyde destek vereceği görülüyor. Dolayısıyla, AB ülkeleriyle yoğun ekonomik ve ticari ilişkiler yürüten ülkeleri yakından etkileyecek bir dönüşüm eşiğindeyiz. Yani bundan sonra karbon nötr ve net sıfır (hatta zamanla karbon negatif) kavramlarını daha çok duyacağız.
Tam burada bir derkenar açarak sıklıkla karıştırılan “net sıfır emisyon” ve “karbon nötr” kavramları arasındaki farkı kısaca açıklamak faydalı olacaktır. Karbon nötr olma durumu, emisyonları azaltmak için çaba göstermek, ama yine de devam eden hatırı sayılır miktardaki “karbon” emisyonunu (bazı durumlarda karbon eşdeğeri üzerinden diğer sera gazı emisyonlarını) başka ülke ya da alanlardaki karbon tasarruflarını finanse ederek sıfırlamak (offset etmek, dengelemek) anlamına gelmektedir. Net sıfır ise, Paris Anlaşması ile uyumlu sera gazı azaltım hedeflerini (bilime dayalı hedefler, science-based targets) tamamen tutturduktan ve önemli oranda “sera gazı” (CO2’nin yanında metan, nitröz oksit ve diğer sera gazları) azaltımı sağladıktan sonra, sürecin (prosesin) doğasından ya da başka sebeplerden dolayı hiçbir şekilde azaltılamayan emisyonlar için karşılık ödemek anlamına gelmektedir. Basit bir örnekle, bir imalat tesisi eğer bugün yol açtığı karbon emisyonuna karşılık gelen karbon kredisini (ormanların ve karbon yutağı alanlarının büyütülmesi, karbon tutma teknolojilerinin kurulumu, yenilenebilir enerji yatırımları vb. faaliyetlerden sağlanan karbon emisyon tasarruflarını) satın alırsa karbon nötr hale gelmektedir. Aynı imalat tesisi, bilime dayalı hedefler belirleyip seçilmiş bir referans yıla göre karbon (ve varsa diğer sera gazı) emisyonlarını belli bir tarihe kadar azaltırsa ve o yılda hâlâ kalan emisyonlar için de karşılık öderse, net sıfır şartını yerine getirmiş olacaktır.
Başa dönersek, devletlerin birbiri ardına net sıfır olma yolunda iddialı hedefler belirlemelerinin etkileri birçok alanda görülebiliyor. Bir yandan yerel yönetimler (kent yönetimleri) diğer yandan küresel düzeyde faaliyet gösteren şirketler, net sıfır ya da karbon nötr olmak için yol haritaları açıklıyor. Sayısı yüzlerle ifade edilen dev şirketler karbon azaltımı için esaslı önlemleri duyururken bunlardan 350 kadarı net sıfır olma taahhüdünde bulundu. Onları bazı dünya kentleri izledi. Şu an itibarıyla 700 civarında kent 2050’ye kadar net sıfır olma taahhüdünü açıkladı. Bu kentlerden bazıları iki kademeli bir geçiş planı açıkladı. Örneğin Glasgow (İskoçya) 2030’a kadar karbon nötr, 2040’a kadar da net sıfır hedefine ulaşmayı öngörüyor. Kopenhag (Danimarka) ise 2025 gibi erken bir tarihte karbon nötr olmayı planlıyor. Tabiî çok daha önce karbon nötr olmuş şehirler de var, Avustralya’daki Sydney ve Melbourne gibi…
Burada zikredilen örneklere bakarak adımların sadece gelişmiş ülkelerde atıldığı da düşünülmemeli. Kent-içi ulaşıma yönelik otobüs filosunun tamamını elektrikli araçlara çeviren Shenzhen (Çin), 2050’ye kadar %80 azaltım hedefi belirleyen Rio de Janerio (Brezilya) ve karbon azaltımı konusunda agresif çalışmalar yürüten Freetown (Sierra Lione), Bogota (Kolombiya), Bangkok (Tayland), Mumbai (Hindistan), Rabat (Fas) gibi şehirler de sürece katılıyor. C40 Cities girişiminin verilerine göre 2021-Nisan sonu itibarıyla net sıfır hedefi ilan eden kent sayısı 704’e ulaştı.
Son 2 yılda birbiri ardına net sıfır hedefi açıklayan devletlerin, eyaletlerin, kent yönetimlerinin, büyük şirketlerin sayısının hızla arttığını görmek elbette sevindirici. Haziran 2019’da net sıfır hedefi koyan yapıların dünya gayri safi hasılasındaki payı %16 iken bu rakamın bugün yaklaşık %65’e ulaşmış olması ayrıca umut veriyor. Bu yönüyle net sıfır yaklaşımının pek çok devletin, şirketin, sivil toplum kuruluşunun karbonsuzlaştırma (dekarbonizasyon) konusuna bakışında belirleyici, süzgeç görevi gören bir mercek haline gelmeye başladığını iddia etmek de bir abartı sayılmamalı.
Paris Anlaşması’nın Sürükleyici Etkisi
1992 yılında yapılan ilk Rio Konferansı’ndan bu yana ülkeler ortak adımlar ve ortak eylemler konusunda arayış içinde olageldiler. Doğal olarak başlarda her ülke kendi çıkarını merkeze alan bir anlayışla konuya yaklaştı, bu yüzden pek çok kez görüşmeler tıkandı. Kimi zaman G77 bloğuna mensup ülkeler haklı itirazlarda bulundu, kimi zaman gelişmiş ülkelerin arasında oyun bozanlar oldu; ama bir yandan iklim değişikliğinin artık daha çok hissedilen yansımalarının etkisi, bir yandan da küresel yönetişim seviyesinde edinilen birikimin katkısı ile süreç içinde belli bir olgunluğa erişildi. Onca tartışmadan, müzakereden, restleşmeden sonra nihayet herkesin ortak çıkarına olacak bir çözüm arama konusunda küre genelinde sevindirici bir mutabakat oluştu.
Bu noktada Paris Anlaşması’nın önemli bir yönüne dikkat çekmek gerekiyor. Anlaşma, yoksullukla mücadelenin zorlu bir mesele olmasından dolayı gelişmekte olan ülkelerde emisyonların pik/tepe değere ulaşmasının daha uzun zaman alacağını kabul ediyor. Dolayısıyla, dünya genelinin 2050 yılında karbon nötr seviyesine gelebilmesi için, gelişmiş ülkelerin net sıfır hedefine daha erken bir tarihte ulaşması gerekiyor. Paris Anlaşması’nın bu kabulü gayet mantıklı, çünkü diyelim ki Hindistan gibi emisyon artışı hâlen süren gelişmekte olan bir ülke ile emisyonlarını çoktan düşürmeye başlamış bir Avrupa ülkesinin aynı tarihte net sıfır hedefine ulaşması neredeyse imkânsız. Paris Anlaşması’nın bu “kabul” (recognition) hükmü, iklim müzakerelerinde çok uzun süre siyasî tıkanıklığa yol açan bir sorunu çözdü ve her bir ülkenin küresel emisyonların azaltılmasında kendi katkısını belirlemesine izin verdi.
Net Sıfır: Ama Nasıl?
Şunu da özellikle vurgulamak gerekir ki net sıfır hedeflerinin inandırıcılığı (henüz bu yolculuğa başlamamış ülkeler, kentler, şirketler nezdinde ikna ediciliği), bunların uzun erimli niyet ifadeleri olarak kalmamasına bağlı. Yani bugünden başlayarak kısa dönem içinde somut adımların atılması, gelen dönüşüm dalgasının büyüklüğüne bütün tarafların ikna olması için elzem görünüyor. Bu bağlamda, AB liderlerinin 2030 tarihine kadar ortaya konulacak eylemler açısından verdikleri sözlerin somut bir hamle olduğunu söylemek mümkün.
Ülkeler düzeyinde süregiden tartışmalardan birisi, yukarıda değinildiği üzere 2050 hedefleriyle örtüşür daha kısa erimli hedefler konulması meselesi. Bu açıdan Alman Anayasa Mahkemesi’nin yakınlarda aldığı bir karar dikkat çekici: Mahkeme, hükümetten kısa dönemli eylemlerini artırmasını istedi. Gerekçe, sıfırlama için katlanılacak maliyetlerin orantısız biçimde gelecek nesillere bırakılmaması. Bu karar şunun için önemli: Almanya büyük ekonomiler içinde en iddialı hedefleri koyan ve devasa bir yeniden yapılanma planlayan ülkelerden birisi, çünkü 2030 yılında emisyonlarını 1990 seviyesine göre %65 oranında azaltmayı ve 2045’e gelindiğinde net sıfır olmayı planlıyor. Mahkeme kararı Almanya’da ciddi tartışmalara yol açtı, bu tartışmaların sürmesi sürpriz olmayacak.
Yüzyılın ortasına yönelik uzun vadeli hedeflerle uyumlu, günümüze yönelik acil ve somut adımların belirlenmesi çabasına başka ülkelerde de rastlanıyor. 2050 yılında net sıfır olmayı planlayan Birleşik Krallık, 2035 yılında emisyonlarını 1990 seviyesine göre %78 oranında azaltmayı taahhüt etti. Trump döneminde işi Paris Anlaşması’ndan çekilmeye kadar götüren ABD ise, 2030 yılında emisyonlarını 2005 referans yılına göre %50 düşürme sözü verdi. Japonya ve Kanada ise sırasıyla 2013 ve 2005 yıllarına göre yine 2030’da %40 mertebesinde karbon azaltacaklarını açıkladılar.
Şirketler özelinde söylenecek olursa, net sıfır hedefi koyan bir kuruluşun sağlamlığı kesin ve somut belli önlemleri tanımlaması, bu önlemler için bir irade sergilemesi gerekiyor. Sağlamlıkla neyi kast ediyoruz? Her şeyden önce üst yönetimin açık ve sahiplenilmiş bir taahhüdünün olması lâzım. Bunu, olabildiğince ayrıntılı hazırlanmış ve kamuoyuna duyurulmuş bir planla desteklemek icap ediyor. Kısa sürede hayata geçirilebilecek karbon azaltımına yönelik önlemlerin açıklanması, bunlar yatırım gerektiriyorsa yatırım hazırlıklarına başlandığının öncü sinyallerinin verilmesi de önemli. Elbette bütün bunların yıllık olarak raporlanması ayrı bir gereklilik. Kapsanan emisyonların nasıl azaltılacağına ilâve olarak, sıfırlama için yapılacak işlemlerde yüksek kaliteli, doğrulanmış ve kalıcı karbon giderme seçeneklerine yer verilmesi de önem taşıyor.
Peki Net Sıfır’a Ulaşılması Kolay mı?
Elbette değil. Hem ülkeler hem de şirketler açısından bakıldığında dikkate alınması gereken birçok faktör olduğu belirgin biçimde görülebiliyor. Örneğin Almanya, 2030 yılında %65’lik emisyon düşüşünü sağlayabilmek için öngörülen tedbirleri tartışıyor. Söz konusu tarihte enerjinin üçte ikisinin yenilenebilir kaynaklardan karşılanması çok çetin bir hedef. Elektriği bir kenara bıraksak bile, birincil enerji ihtiyacının (ısınmada kullanılan gaz, ulaştırmada kullanılan petrol, sanayide kullanılan fosil yakıtlar vs.) başka kaynaklarla ikame edilmesi için muazzam bir dönüşüme ihtiyaç var. Binaların devasa bir programla enerji-verimli hale getirilmesi, doğal gazın hidrojenle yer değiştirmesi, bu yapılırken mümkünse mavi ve yeşil hidrojen seçenekleri için rekabetçi teknolojilerin geliştirilmesi, ısı pompalarının bugünküyle kıyaslanmayacak bir hızla yaygınlaştırılması, hidrojen yakıtlı ve elektrikli araçların çok radikal biçimde desteklenmesi gerekiyor.
Bütün bunların sorunsuzca ve bir çırpıda hayata geçmesinin kolay olmadığı çok açık. Elektrikli araçları ele alalım. Şu anda Almanya’da 42 bin civarında şarj istasyonu ve yarım milyon kadar elektrikli araç var. 2030 yılına kadar ise 14 milyon elektrikli aracın yollarda olması öngörülüyor. Almanya’da mevcut araç sayısının 60 milyon olduğu, 13,5 milyon fosil yakıtlı aracın emisyonsuz elektrikli araçlarla yer değiştirmesinin hesaplandığı, üstüne üstlük bu kadar araca yetecek devasa bir şarj altyapısının geliştirilmesi gerektiği dikkate alındığında, karbon hedefleri konusunda en yüksek inandırıcılığa sahip ülkelerden biri olan Almanya için bile meselenin ne kadar zorlu olduğu daha net anlaşılıyor. Ciddi bir politika enstrümanı olan hidrojen konusunda maliyet odaklı tartışmalar sürüyor, eğer alternatif hidrojen teknolojileri rekabetçi seviyelere gelemezse planın önemli bir bileşeninde kırılma yaşanabilir. Özellikle de hidrojenin konut ve alan ısıtmasında kullanımı için maliyet hâlâ ciddi bir sorun alanı. Keza 2045 yılında net sıfıra ulaşabilmesi için Almanya’nın karbon yakalama ve tutma teknolojileriyle yıllık 73 milyon ton CO2 depolayacak seviyeye ulaşması lâzım ve bugün bu teknolojiyle yakalanan karbon miktarı neredeyse sıfır düzeyinde.
Son Söz
Elbette ki bu hedeflere ulaşılması kolay değil. Ancak hem güneş hem de rüzgâr enerjisinde maliyetlerin son 10-15 yılda nasıl dramatik bir düşüş yaşadığını hep birlikte yaşayıp gördük. Daha temiz ve yeşil teknolojilerin maliyetinin artan kitlesel talepten ve oluşması muhtemel ölçek ekonomisinden olumlu yönde etkilenmesi, rüzgâr-güneş teknolojilerinde görülen maliyet iyileşmelerinin net sıfır hedeflerine hizmet edecek teknolojilerde de izlenmesi yabana atılamayacak bir ihtimal. Daha da önemlisi, finans sektörünün gittikçe yükselen bir duyarlılıkla ve bilinçle dünya genelinde daha çevreci ve yeşil-dostu bir tutum benimsemesi, başka bir deyişle finansmanın itici gücünün yeşil seçeneklerde yoğunlaşması, karar süreçlerinde ihmal edilemeyecek bir faktör olarak ön plana çıkıyor. Önemli sürükleyici dinamikler (politik irade, teknolojik gelişim, finansal yönelim ve olumsuz iklim etkileriyle değişen bireysel tercihler) giderek daha çok oranda net sıfır hedeflerini destekleyecek şekilde yan yana geliyor. Böyle bakıldığında, net sıfır hedefleri için, “kolay değil, ama pekâlâ mümkün!” demek yanlış olmayacaktır.